.
“Dekan’a, Frankfurt am Main’da nasıl ders verdiğimi, kürsüde ayakta durduğumu, serbest konuştuğumu, öğrencilere sürekli soru sorduğumu anlattım. Buradaki derslerin veriliş tarzı Paris örneğine uygundu; profesör kürsüde oturur ve evde itinayla hazırlamış olduğu ders metnini okurdu. Öğrencilere soru sormak, ya da öğrencilerin soru sorması caiz değildi. Profesörün okuduklarını öğrenciler yazarak not tutarlardı, bu notları ezberlemek ve sene sonu imtihanında bilmek zorundaydılar. Dolayısıyla benim vazifem, derslerimi yazılı olarak hazırlamak ve çevirmene her seferinde zamanında vermekti ki, çevirmen Türkçe metni hazırlayabilsin ve derste okusun. Dekana bu yöntemi bir türlü benimseyemediğimi söyledim. Çünkü bu durumda hiç ağzımı açmama gerek kalmayacaktı. Dolaysıyla öğrencilerle hiçbir kişisel bağ kuramayacaktım. Asıl önemlisi de okunan dersin, gerçekten doğru anlaşılıp kavrandığını kontrol edemeyecektim. Dekan dehşetle telaşlandı. Tekrar tekrar bunun adetten olmadığını, caiz olmadığını, üstelik gerçekleştirilmesinin de mümkün olmadığını söyledi., durdu.”
.
Bu satırlar, Atatürk dönemindeki Üniversite reformu sonrası İstanbul Üniversitesine gelen ünlü Alman hukukçusu Ernst Hirsch’e aittir [1]. 1933 yılında Türkiye’ye gelen ve önce İstanbul, daha sonra Ankara Üniversitelerinde 20 yıla yakın ders veren, Türk Ticaret Kanunu başta olmak üzere nice düzenlemenin mimarı olan bu değerli öğretim üyesinin, İstanbul'a geldiğinde karşılaştığı ders verme sistemi işte buydu. 1932 yılında bir Üniversite reform önerisi hazırlamak üzere Türk Hükümeti tarafından resmen davet edilen Prof.Albert Malche de, Türkçe bilimsel yayınların eksikliği, düşük ücretlerin yan görevlere yönlendirmesi vb. eksikliklerin yanında en önemli husus olarak ders verme metodunun hiçbir şey vaat etmeyecek kadar eskimiş olduğunu belirtmiş ve bu hususu eleştirilerinin en ağır maddesi olarak kabul etmiştir[2]. Dersin ansiklopedik kitap bilgisi şeklinde verilmesinin (ve bunun ezberlenmesinin beklenmesinin) sakıncalı ve gerçek bilimsel çalışmaya yönelmeyi engellediğini ifade etmişti.
.
Bugün, üzerinden yetmiş yıl geçtikten sonra, kürsüde oturararak sadece yazdıklarını okuyan, öğrencilere soru sormayan, onların soru sormasına izin vermeyen bir öğretim üyesi davranışına hayret etmemek mümkün değildir. İyi ama ya yetmiş yıl sonra bizlerin ders verme biçimimizin de aynı hayretle karşılanmayacağı kim söyleyebilir? O öğretim üyeleri de o yıllarda yaptıklarının doğru olduğuna inanmıyorlar mıydı?
.
Ülkemizde muhasebe eğitiminde (tabii ki diğer alanlarda da) kaliteyi etkileyen, daha iyi ders verilmesini engelleyen bir çok hususun varlığından söz edilebilir. Ancak özellikle eğitimcinin kontrolu dışındaki faktörlerden sürekli yakınmak kısa vadede hiç bir çözüm getirmez. İyi bir eğitimci her koşulda kendisini dinleyenlere onları aydınlatacak bilgileri aktarabilir. Yeter ki, aynadaki aksini görevini yapmış olmanın huzuruyla seyredebilecek hayat tarzını benimsemiş olsun.
.
Muhasebe eğitimi kim içindir?
Ülkemizde çok değişik düzeylerde verilen muhasebe eğitimlerinde, herhalde bir eğitimcinin ilk sorması gereken soru şudur: “Ülkemde muhasebe bilgisine olan ihtiyaç nedir?”[3]Bu satırların yazarının da, bu alanda çalışan bir çok araştırmacı gibi bu bilgiye olan ihtiyaç hakkında gözlemleri ve ulaştığı kanaatleri vardır.
Muhasebe eğitimini yalnızca gelecekte muhasebe alanında (ve de özellikle vergi beyannamesi düzenlemeye yönelik muhasebe faaliyetlerinde) çalışacak kişiler için ele almak yapılabilecek yanılgıların en büyüğüdür. Bu yanılgıya düşen eğitimcileri gelecek kuşaklar bağışlamayacaklardır. Muhasebeyi bir kurumdaki tüm organizasyon birimleri için gerekli bir teknik, nihayet en uç nokta da kamuyu aydınlatma aracı olarak görmemenin, ya da gereğini en yeterince yapmamanın sonucunu ülke olarak ağır biçimde ödediğimizin sayısız örnekleri vardır. Elli yılı aşkın bir süredir banka finansal tabloları kamuoyuna yayınlanmasına rağmen, ülkemizdeki bankacılık skandalları Dünya tarihine benzersiz örnek olarak geçmemiş midir? Borsamızda hisseleri işlem gören şirketlerin finansal tabloları yirmi yıldır kamoyuna yayınlanmakla beraber, borsanın küçük yatırımcı için itimat telkin ettiğini kim söyleyebilir? Küçük ve orta boy kaçı (kayıtdışı işlemleri olmasa da) muhasebe servislerinin hesapladıkları kâr rakamına inanmaktadır?
Şayet muhasebe eğitimi yalnızca bu tabloları hazırlayanlar içinse, bu eğitim kesinlikle başarısız olmuştur. Çünkü hazırladıkları tablolar bilgi vermekten, anlaşılmaktan çok uzaktır. Bu sonucu doğrulamak için, kamuoyuna açıklanan finansal tabloların kamuoyu tarafından ne ölçüde incelendiği, eğer inceleniyorsa ne ölçüde anlaşıldığı üzerine küçük bir araştırma yapmak yeterli olacaktır. Bu tabloların kamuoyu tarafından incelenme ve anlaşılma olasılığı yüzde sıfıra yakındır, en azından bu konudaki bir araştırmanın hipotezi bu olmalıdır. Eğitim hayatında muhasebe dersi okumuş olanların eğer okul yıllarında kendilerine ödev olarak verilmemiş ise bu tabloları incelemiş olma olasılığı nedir? Anlama olasılıkları tatmin edici ölçüde midir? Peki bu tablolar ne işe yaramaktadır? Uzmanlara yönelik olduğu söylenmez, çünkü bir uzman bir kuruluşun mali tablolarını elde etmek için herhalde gazete sayfaları karıştıracak kadar konusuna vakıf olmaktan uzak değildir. Ayrıca, uzmanların da bu tabloları ne kadar anladığı tartışma konusudur. Kendisini muhasebe konusunda uzman gören kaç kişi dönüştürme zararını (translation loss) tatminkar biçimde açıklayabilir? Kaçı iflas etmek üzere olan bir şirketin yönetim kuruluna rekor düzeyde parasal kazanç sağladıklarını söyleme cesaretini taşıyabilir. Ama belki de bu uzmanların bu konuda yayınları bile vardır.
Finansal tabloların kullanıcıları arasında yöneticilerden çalışanlara, küçük ortaklardan kredi kurumlarına, büyük müşteri ve satıcılardan devlete, araştırmacılardan kamoyuna kadar herkes vardır. O halde muhasebe eğitimi sadece bu tabloları hazırlayanlar için değil, onları kullananlar içindir de. Ama yeter ki hazırlayıcılar, hazırladıklarının bu geniş kitle tarafından kullanılmasının önemine inanacak biçimde eğitilebilsinler ve diğerleri de, eğitim sisteminin içinde ne kadar yer almış olsalar da bu konuda bilinçlendilmiş olabilsinler.
Muhasebe eğitimcisi
Bir eğitimcide olması gereken vasıflar üzerine çok uzun bir liste yapılabilir ve bu listedeki her bir satır üzerinde geniş kitlelerce fikir birliğine varılabilir; bu fazla da önemli değildir. Önemli olan eğitimcinin kendisini sık sık yargılayabilmesidir. “Benden beklenen nedir? Görevimi tam olarak yapabiliyor muym? Bilgi mi aktarıyorum, yoksa karşımdakileri eğitiyor muyum? Hangi eğitim metodları daha etkili olabilir? Bu metodlar hakkında bilgi sahibi miyim?” Bu liteyi daha satırlarca uzatmanın çok kolay olduğu kuşkusuzdur. Bu bildiride ele alınan aşağıdaki başlıklar bir eğitimcininin dikkat etmesi gereken tüm hususları ifade etmemektedir. Ama kanaatimce, büyük öncelik taşıyan noktalardır.
Bilimsel düşüncenin temeli bilimsel şüpheciliktir. Delphi Tapınağının duvarlarına kazınmış ve Sokrat’ın felsefesinin temelini oluşturan “Kendini bil (Γνωθι Σεαυτον)”[4]sözcükleri, ona göre en kesin bilgimizin, hiçbir şey bilmediğimiz olduğudur[5]. Yine Sokrat’ın ölüme mahkum edildiği davadaki ünlü savunmasında sözleri de bu anlayışta değil midir:
“Devlet işleriyle uğraşan, çok kişiye ve de kendisine çok bilgili gözüken bir adama gittim. Vardığım sonuç şu ki, gerçekte hiç bilgisi yok.Bunun üzerine kendisini bilgin sandığımızı, fakat hakikatte böyle olmadığını anlatmaya çalıştım. Bunun neticesi, onun ve oradakilerin düşmanlığını kazanmak oldu. Yanından ayrılırken, kendi kendime dedim ki, belki ikimizin de bildiği güzel bir şey yok. Ama ben yine de daha bilginim. Çünkü o hiçbir şey bilmediği halde biliyorum sanıyor. Ben ise bilmiyorum, ama bildiğimi de sanmıyorum. Demek ben ondan biraz daha bilgiliyim.”[6]
Bilim adamı şüpheci olmalıdır. Bilimsel şüphecilik araştırmanın temel yönlendiricisidir. Araştıran insan düşünmeyi, düşünmek doğruyu aramayı, ama tüm hepsi bilimsel olgunluğu doğurur. Gerçekten bir muhasebe eğitimcisi öncelikle şunun bilincinde olmalıdır: Kendisi sadece bazı bilgileri aktarmakla görevli bir kişi midir? Yoksa, bilimsel araştırma ruhunu derslerine taşıyan, karşısındakilere bir şey öğretmekten öte, onları eğiten bir sorumlu, onlara geniş bir görüş açısı kazandıran bir yetkili midir? Herhalde cevabın ikincisi olması gerekir.
Belirli kalıpları öğrencilere aktarmak için fazla yetkin bir kişi olmaya gerek yoktur. Yetmiş yıl öncesinde olduğu gibi notlarınızı alıp, aynen okuyabilirsiniz, ama yetmiş yıl sonra (belki daha önce) sorgulanmaya hazır olmak kaydıyla..
Günümüzdeki muhasebe eğitiminin en tehlikeli düşmanı herhalde salt bilgi aktarma yöntemleridir. Oysa ki kendisi bir bilgi aktarma sistemi olan muhasebe eğitimi sonucunda örneğin öğrencilere şu özellikler kazandırılabilmekte midir?
a) Bir muhasebe öğrencisi T.Cumhuriyet Merkez Bankası bilançosunu anlamakta mıdır? Eğer cevap hayır ise, Bankanınki de bilanço değil midir? O halde kim anlayacaktır?
b) Devlet Bütçesi bir finansal tablo değil midir? Yoksa muhasebecilerin ilgi alanı dışında mıdır?
c) Enflasyon ortamında finansal tabloların nasıl düzeltileceğini öğrenmek için ille de Batı’nın çeyrek asır önce ortaya attığı ve ölçme başarısı ve sunuluşları fevkalade tartışmalı yöntemlerini mi öğretmeye çalışmak gerekir? Bir meziyet olmasa da Türk halkı enflasyon ortamında rakamları en hünerli biçimde kullanan Dünya ulusu değil midir?
d) Neden ortalama bir muhasebe öğrencisi, neden çoğunlukla sadece Maliye Bakanlığının Tekdüzen Hesap Planına mahkum olmuş biçimde eğitilmektedir? Amaç, sadece Devlet’in yasalarına göre kayıt tutan (o da her kurum için değil) kişiler olmaları mıdır? Bu eğitimle öğrenciler, gerçek bir muhasebeciden beklenenleri nasıl yerine getirebilirler? Hem sonra, sanki bütün öğrenciler kayıt tutucu mu olacaktır?
Bu gibi soruların, daha birçok benzerini listelemek mümkündür. Ama bu soruların tatminkar biçimde yanıtlanamaması belki de, muhasebe eğitimcilerinin aşağıdaki bir çok hususun etkisi altında olmasındandır.
a) Akademik yükselme gayesiyle, bilimsel amacı olmayan çalışmaların esiri olmak: Özü, bilimsel araştırmayı teşvik olsa da, yeni bir şeyler yapma arzusu aslında yararı çok az olan çalışmaları ön plana çıkarmaktadır. Örneğin, diğer ülkelerde moda olan (veya moda bir terimle ortaya atılan) çalışmaların benzerlerini yapmak ne derece anlamlıdır? 1970’li yılların modası beşeri kaynakların muhasebesiydi, bugün kaç kişi hatırlamaktadır? Sıfır tabanlı bütçeleme (zero based budgeting) kavramı kaç kişinin aklında kalmıştır? Kalite maliyetleri, çevre muhasebesi, moda İngilizce isimleriyle “activity based costing”, “balanced scorecard” ve daha birçok kavramın önceliği nedir? Bu konularda çalışanlar, hayırlı bir şey olsaydı geçen yıl otuzuncu yaşgününü kutlamış olacağımız enflasyonun etkilerini finansal tablolardan giderme açısından bugüne kadar ne kadar çaba göstermişlerdir? Yaptıkları çalışmaların şu en basit soru açından cevabını ne kadar düşünmüşlerdir. “Ülkemde muhasebe bilgisine olan ihtiyaç nedir?”Bunun üzerinde zihin yormak dahi, hiç şüphesiz bir eğitimciyi çok daha anlamlı bilgilerle donanmaya ve bunu aktarmaya yönlendirecektir.
b) Yabancı dilde yayın ve eğitim yapma arzusu: Çağdaş bir eğitimcinin Dünya’dan haberi olmaması, bunun için gerekli yabancı dil bilgisinden yoksun olması düşünülemez. Dünya’yı öğrenmek, gerekli gördüğünde düşüncelerini yaymak arzusu fevkalade doğaldır, hatta şarttır. Ama bu amaç sadece şekli yönden ele alınırsa, tek gayesi yabancı dilde yayınlanmak olan çalışmalardan daha fazlası ortaya konabilir mi? Zamanımız bunlar için vakit kaybedecek kadar çok mudur? Sadece bu gayeyle, tümü Türkçe bildirilerden oluşan “uluslararası (!) toplantı”lara maalesef rastlamıyor muyuz? Yabancı dile yapılmış faydasız yayınlarla karşılaşmıyor muyuz? Bilimin dili olmaz, ama bir ülkedeki eğitimin dili herhalde o ülkenin dili olmalıdır. Bu ülkede başka bir dilde eğitim yapan eğitimcilerimizden kaçı bilmektedir ki, bu yazının başında anılan Prof.Hirsch İstanbul Üniversitesindeki ticaret hukuku derslerini kısa bir sürede Türkçe öğrenerek tümüyle Türkçe vermiştir. Bir Alman’ın Türkçe ders verdiği amfilerden, günümüzde bir Türk’ün Türk’e başka bir dilde eğitim verdiği dersliklere gelmişsek, bu herhalde muhasebe eğitimcilerinin çözebileceğinden öteye bir sorundur ama, bunlarla uğraşmaktan gerçek bir muhasebe eğitimcisi asıl işini ne kadar düşünebilir ki.
c) Mevcudu kayıtsız, şartsız doğru kabul etmek, alışılmış şeyleri tekrar etmek: Eğitimde herhalde yapılması en kolay şey, bilgi tekrarıdır. Zaten buna eğitim demek de ne kadar doğrudur ki? Bilinen şeyleri tekrar etmenin hiçbir tehlikesi yoktur. “Zaten çoğu kişi aynısını yapmıyor mu? Böylelikle ben de görevimi yapmış olurum” düşüncesi bilimin gelişmesinin önündeki en önemli duvardır. Bilim farklı düşünce ile gelişir, Bir konunun geçmişte öyle bilinmesi, bir sunuş biçiminin eskiden beri belirli biçimde uygulanması, bu konularda yazılı eserler bulunması bunların mutlaka doğru olduğunu göstermez. Bilimsel düşünceye sahip bir kişinin sürekli olarak "neden, niçin, nasıl" sorularını sorması gerekir. Unutulmamalıdır ki, bundan beşyüz yıl öncesine kadar Dünyanın evrenin merkezi olduğuna, güneş ve gezegenlerin onun çevresinde döndüğüne tüm insanlıkça inanılırken, Kopernik tüm bu inancı yıkan teorisini ortaya atarak, Dünyanın güneş etrafında dönen bir gezegen olduğunu ispat etti. İnsanlık tarihinde bu kadar cüretkâr, evrenin merkezi oldumuza ilişkin tüm inançları kökten sarsan ve yıkan, din çevrelerinin tepkisini alan, insanların asırlarca bir yanlışa inanmış olduğunu sergileyen bir başka bilimsel keşif belki de hiç yapılmadı. Galile, aynı uğurda engizisyon mahkemesine gitmedi mi?
Muhasebede neden bazı şeyleri sürekli tekrar ediyoruz, hiç düşündük mü? Neden inatla şirket varlıklarına “aktif” diyoruz, neden “tahmini giderleri dikkate almak” demek varken karşılık ayırdığımızdan bahsediyoruz? Cevabı çok basit. Öyle gördük de ondan! Bugün bir şirketin özsermayesine (özkaynaklarına, belki de daha doğrusu servetine) “işletmenin kendi kendine olan pasifi” desek olur mu? Bu ifadeye tebessüm edebilirsiniz. Ama bir zamanlar öyle deniyordu[7]. Bizim kullandığımız ifadelerin de gelecekte tebessüm konusu olmayacağını garanti edebilir misiniz? Bu ifadelerle muhasebe anlatan (öyle gördüğü için) bir eğitimci hiç merak edip de, bu anlaşılmaz tablolar yüzünden muhasebecinin hazırladığı hiçbir şeye doğru dürüst bakmayan, bu çağda hala el yordamıyla şirket yönetmeye çalışıp batıran kişilerin sayısı hakkında bir araştırma yapmayı hiç düşündü mü? Ülke ekonomisi bu dramlarla karşılaşmaya razı olacak kadar zengin mi? “Muhasebe bilgi sistemi” gibi iddialı sözlerle konuya girip, sonra da telefon rehberi ezberletir gibi hesap numarası ezberleten bir eğitimci, şirketin önemli kaynağını aktardığı muhasebe bölümünün aslında sadece yasal bir formalite yerine getiren bir birim haline gelmesinde sorumluluk sahibi değil midir?
Ülkemizde çok eski bir muhasebe geçmişi olmakla birlikte doğal olarak başka ülkelerin uygulamalarının da etkisi olmuştur. Bunların bir kısmı doğru, bir kısmı da hatalı yansımıştır. Bunları aynen öğrenciye aktarmak eğitim midir? “Gelir Tablosu” diye başlık olur mu? Bir eğitimci herşeyden önce anlattığını sorgulamalıdır. Unutmayalım ki, bu ülkede “birikmiş amortismanlar”ın bilançonun “pasif”inden kurtarılması, “ödenmemiş sermaye”nin “aktif tablosunun ilk satırı”ndan uzaklaştırılması yıllar almıştır. Ama sonunda yapılmıştır. Yeter ki sorgulansın!
Geçenlerde, bir eğitim sırasında öğrencilere bir Alman şirketinin bilançosunu vermiştim. Bir öğrenci kalkıp “Bilançoyu ters yapmışlar, önce duran varlıkları yazmışlar” dedi. Ben de kendisine “Bizim ters yapmadığımız ne malum?” diye cevap verdim. Hiç düşündük mü, neden Dünya haritasında hep kuzeyi yukarıda gösteririz. Yani Kuzey Amerika, Avrupa ve Asyayı haritanın yukarısında, diğerlerini aşağıda. Öyle alıştık da onun için. Oysa ki, Güney Yarımküreye uçan bir çok havayolunda haritalar terstir. Yani Afrika ve Güney Amerika haritanın yukarısındadır. Bunun yanlış olduğunu kim iddia edebilir ki?
Maliye Bakanlığının 1.1.1994 tarihinde yürürlüğe giren ve kısaca Tekdüzen Hesap Planı dediğimiz 1 numaralı Muhasebe Sistemi Uygulama Genel Tebliğinin hemen başında düzenlemenin amacının “mali tablolar aracılığı ile ilgililere sunulan bilgilerin tutarlılık ve mukayese edilebilirlik niteliklerini koruyarak gerçek durumu yansıtmasının sağlanması” olduğu belirtilir. “Gerçek durum”un on yıldır ne derece yansıtıldığı trajikomik bir durumdur. Finansal kiralamanın yıllarca dikkate alınmadığı, doğmamış faizden arındırılmamış alacak ve borçların sunulduğu, enflasyonun yok varsayıldığı bir uygulamayı düzeltmek, muhasebeye gönül vermiş bir eğitimcinin görevi değil midir? Bu amaç için için kullanılacak başka bir güç aramaya gerek yok, onun eğittiği öğrenciler, bu düzeltmeyi yapacak en büyük güç değil midir? Bu muazzam güç kaç kişiye nasip olabilir ki: “Eğitme yetkisi gücü”. Bilimin bir ülkenin gelişmesine katkıda bulunması temel hedef ise, olanı öğretmek yeterli olur mu? Olması gerekeni öğretmek ülkeye esas hizmet değil midir?
d) Teoriyle uygulamayı birleştirmeyi ihmal etmek: Üniversitedeki ilk yıllarımda en rahatsız olduğum husus teori ve uygulama tartışması idi. Uygulamacıların hatalarını eleştiren teorisyenler, ya da onları hayatın gerçeklerini bilmeyen kişiler olarak suçlayan uygulamacılar benim için iki hatalı düşüncenin örnekleriydi. Muhasebede teori uygulamaya, konuları sistematik olarak ele almak, tartışmak suretiyle yön vermek, daha iyi ifadeyle daha yararlı uygulamalar yapabilmeleri için katkıda bulunmayı hedeflerken, uygulama da üzerinde çalışılması gereken konuları belirlemek suretiyle teoriye katkıda bulunur. İkisinin birbiriyle uzlaşmaz değil, tam aksine uyumlu olduğunu kabul etmek bir muhasebe eğitimcisi için temel ilke olmalıdır. Buna inanan bir eğitimci, mamul maliyetlendirilmesini anlatırken acemi öğrencinin hayal bile edemediği “A mamulu”nu, ne olduğunu bilmediği “birinci safha, ikinci safha”yı anlatmadan önce onlara önce bir fabrika gezdirir, yapamıyorsa bir film izletir, yoksa resim gösterir, onu da yapamıyorsa anlatır. Öğrencinin hayal edemediği şeyleri hesaplamasını istemek biraz haksızlık olmaz mı? Hem belki öğrenci uygulamadaki aksaklıkları da görebilir, kim aksini söyleyebilir ki?
Vak’a çalışması muhasebe derslerinin en değerli malzemesidir. Teori-uygulama birleştirmesinin bundan daha güzel ne örneği olabilir ki? ABC şirketi yerine, öğrenciye tanınan bir şirketin mali bilgilerini vermek zevkli olmaz mı? Tabii ki, eğitim amaçlı problemlerin de eğitim sürecinde önemli pedagojik yeri vardır, ama hangi problem güncel hayatta, hele de günün popüler bir şirketinin finansal tabloları üzerinde çalışmanın zevkini ve özgüveni öğrenciye verebilir ki? Dramatik ama, ülkemiz bu alanda çok da zengin bir malzeme kaynağıdır. Bir denetim dersinde, gerek Dünya’daki gerekse, ülkemizdeki denetim skandallarını tartışmak daha bilinçli bir gençlik yetiştirmez mi?
Bunları yapmazsak ya, “Uzman basit bir şeyi karmaşık biçimde anlatan ve bunu yaparken bu karmaşaya sizin neden olduğunuz hissini veren kişi”dir[8]ifadesindeki konuma düşebilir, ya da sadece “olan”ı anlatarak mevcut çarkın içine “yeni bir dişli” yetiştirmek durumunda kalırız.
e) Sahip olduğu yetkinin ve sorumluluğun bilincinde olmamak: Bir muhasebe eğitimcisinin, tüm eğitimcilerde olduğu gibi, inanılmaz bir şansı vardır. Bir dinleyici topluluğunun karşısına çıkıp onlara seslenmek ve kendisini dinlemelerini beklemek. Böylesine bir yetki, böylesine bir şans kaç kişide vardır ki? Ama bu yetki, aynı zamanda büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir: Dünyada insanların en değerli şeyini, zamanını çalmamak. O nedenle her eğitimci karşısındakilere aktardıklarının yapabileceği en iyi şey olup olmadığını vicdanında tartışmalıdır.
İyimser öğrenciler tarafından, bazı eğitimciler için kullanılan bir söz vardır: “Çok bilgili, ama anlatamıyor, seviyemize inemiyor.” Hayır, kanaatimce böyle bir şey olamaz. Bilgili insan, karşısındakinin ne bilip bilmediğinin farkkındadır ve onların anlamaları için lazım geleni yapacak kadar da bilgisi olması gerektir. Ünlü İngiliz matematikçisi Hardy’inin bir ifadesi vardır. Belki biraz ağırdır da.: “İnsanları çoğu hiçbir işi iyi yapamaz. Fakat bir iş doğru dürüst yapılıyorsa verimli de olur. Pek de az olmayan bir azınlık bunu başarabilir; insanların yüzde beşi, yüzde onu bir işi oldukça iyi becerebilir. Herhangi bir işi gerçekten iyi yapabilenler küçük bir azınlığı oluşturur; iki işi iyi yapabilenler ise sözü bile edilmeyecek kadar azdır.”[9]Bu sözler biraz ümit kırıcı bulunabilir. Ama işini iyi yapmak, bunun için gayret sarfetmek, iyi yapacağına inanmak, bunun sorumluluğunu taşımak, eğittiği kişinin yıllar sonra rastlaştıklarında ona sevgiyle koşmasını hayal etmek her eğitimcinin yapabileceği şeylerdir.
Konfiçius’un şu sözününü şiar edinmek bile başlı başına yeterlidir: “Hükümdar hükümdar, bakan bakan, baba baba, oğul oğul olmalıdır.”[10]Eğitimci de, eğitimci..
Son söz
Bu bildirinin kapsamında, bir eğitimcinin sınıf içindeki davranışlarını nasıl ayarlaması gerektiği, kıyafette kahverengi rengin donukluğu veya aşırı aksesuarın vereceği rahatsızlık, öğrencilere nasıl hitap edilmesinin uygun olacağı, cevabı bilinmeyen soruların nasıl yanıtlanması gerektiği, tepegözün nasıl kullanılacağı, bilgisayarlı sunumların etkisi gibi şekli hususları arayanlar hayal kırıklığına uğramış olabilirler. Bunları ele alan bir çok kaynak vardır[11]. Ama, kişisel olarak, bilime inanmış bir eğitimcinin bütün bunları zaten olması gerektiği gibi düzenleyeceğine inanıyorum.
Sokrat’ın üniversitesinde tepegöz yoktu. Belki tahta bile yoktu. Kıyafetine bile dikkat etmediği söylenir. Ama unutmayalım ki, o Eflatun’u yetiştirdi.
*XXIII.Türkiye MuhasebeEğitimi Sempozyumu, Antalya, 19-23 Mayıs 2004 (aynı adlı sempozyum kitabı içinde)
[1]
Hirsch, Ernst E. , Anılarım, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi (Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgämesse Autobiographie), Çev:F.Suphi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 1997, s.249 [2]
Widmann, Horst, Atatürk ve Üniversite Reformu (Exil und Bildungshilfe), Çev.: A.Kazancıgil, S.Bozkurt, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999, s.75 [3]
Enthoven, A.J.H., Accounting Education in Economic Development Management, North-Holland Publishing Co., 1981, s.36 [4]
http://en.wikipedia.org/wiki/Delphi[5]
Yücel, Hasan Ali, İyi Vatandaş İyi İnsan, (1956), T.C.Kültür Bakanlığı, Türk Klasikler, Ankara, 1993, s.34.[6]
Yücel, s.40[7]
Lair, Louis, Banka ve Endüstri İşletmelerinde Bilanço Tahlilleri, Çev: C.Yücesoy, Üçler Basımevi, İstanbul, 1949. s.106-107 [8]
Bu söz William B.Castle’a aittir. Ancak kendisi hakkında yeterli bilgiye ulaşılamamıştır.[9]
Hardy., G.H., Bir Matematikçinin Savunması (A Mathematician’s Apology, 1940), Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1993, s.49.[10]
Yücel, s.29[11]
Örnek olarak bakınız: Mitchell, Garry, Eğiticinin El Kitabı (The Trainer’s Handbook) , Humanitas Eğitim Yayınları, İstanbul, 2000.
[1]
Hirsch, Ernst E. , Anılarım, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi (Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgämesse Autobiographie), Çev:F.Suphi, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 1997, s.249 [2]
Widmann, Horst, Atatürk ve Üniversite Reformu (Exil und Bildungshilfe), Çev.: A.Kazancıgil, S.Bozkurt, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999, s.75 [3]
Enthoven, A.J.H., Accounting Education in Economic Development Management, North-Holland Publishing Co., 1981, s.36 [4]
http://en.wikipedia.org/wiki/Delphi[5]
Yücel, Hasan Ali, İyi Vatandaş İyi İnsan, (1956), T.C.Kültür Bakanlığı, Türk Klasikler, Ankara, 1993, s.34.[6]
Yücel, s.40[7]
Lair, Louis, Banka ve Endüstri İşletmelerinde Bilanço Tahlilleri, Çev: C.Yücesoy, Üçler Basımevi, İstanbul, 1949. s.106-107 [8]
Bu söz William B.Castle’a aittir. Ancak kendisi hakkında yeterli bilgiye ulaşılamamıştır.[9]
Hardy., G.H., Bir Matematikçinin Savunması (A Mathematician’s Apology, 1940), Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1993, s.49.[10]
Yücel, s.29[11]
Örnek olarak bakınız: Mitchell, Garry, Eğiticinin El Kitabı (The Trainer’s Handbook) , Humanitas Eğitim Yayınları, İstanbul, 2000.
http://www.muhasebevergi.com/content.aspx?id=271
Prof.Dr.Göksel Yücel
İstanbul Üniversitesi / İşletme Fakültesi
gokselyucel@istanbul.edu.tr